Gizemli Kayıplar..

Dr. Kemal ASLAN/Gazeteci- Yazar:

Bir ayı geçti hâlâ bir haber yok! Aslında günü gününe yazmak gerekirse tam 33 gün oldu. İlk günlerdeki bekleyiş, belki yerini derin bir umutsuzluğa bıraktı. Kayıplarda 48saat kritik. Daha sonra her geçen saat insanın aklına olumsuz şeyler geliyor. En kötüsünü düşünmeye başlıyor insan. Çabalar anlamsız kalıyor. Zaten, onları bulmak için Eyüp Belediyesi ile de bağlantı kuruldu ama nafile. Haber alamamanın getirdiği derin kederi tarif etmek imkânsız.

Zaten insanın yüzünün kederden nasıl gölgelendiğini onun yüzünde gördüm. Yokluğun yarattığı doldurulamaz boşluğun hüznünü… Kavuşmak isteyip de kavuşamamanın yarattığı derin özlemi. Bütün bunların onda yarattığı mutsuzluğu… O da zamana yenildi. Tüm duygular geçiyor iz bıraksa da. Eskisi kadar neşesi olmasa da o da dön(e)meyeceklerini, çaresizliğini kabullendi. İnsanı yıkan bir durum bu. Elinden bir şey gel(e)memesi. Aslında o da çırpındı bulmak için. Araştırdı, etkili yetkili insanlara ulaştı ama bulamadı.

Ben onda kederin sesini duydum: Ancak kederi yaşayanların duyabil(e)ceği Rodrigo'nun gitar konçertosu kadar etkili o sesi… Çaresizliği kabullenmek, gelmeyeceklerini bilse bile belkiyi tüketmek kolay değil. Onun bu hallerinden ben de etkilenmedim diyemem. Son bir haftadır bu durumun iç dünyasında yaşattığı sessizliği yaşıyor. Belki gel(e)meyeceklerini o da kabullendi artık. Aklın sesi, yüreğin sesine yenilse de insan yeniden birincisine yöneliyor yaşama tutunmak için. Ondaki durumun bir nedeni bu olsa gerek.

İnsan alıştığı bir rutinin birdenbire ortadan kalkmasını, kabullenemiyor. Hayatımızda rutinlerin yerinin oldukça fazla olması, dünyayı bildik daha güvenli yer olarak kabullenmemize yol açıyor. Tersi insan için sürekli tetikte olmak demek. Bu sürdürülebilir bir durum değil. Aslında onun bu rutini geçen yıl mart ayında başlamıştı. Önce bir ilk olan şey daha sonra rutinleşme eğilimi taşıyor. Gündelik yaşam belirli aralıklarla tekrarlardan da oluşuyor. Benzersizliğin yanında bu benzerlik bizi yaşama bağlıyor.

Benim ilişkim onun kadar yoğun olmadı. İnsanın ilişkisinin yoğunluğu, kederin artmasında bir neden. Her ilişki ile bir bağ kuruluyor ve bu bağlılığa yol açıyor. Alışkanlık oluşuyor, belirli zamanlarda onla karşılaşmak bir araya gelmek arzusu

insanın içini sarıyor. Onunla aynı zamanda mı tanışmıştık onlarla? Anımsamak zor. Aynı dönemde olması mümkün. Bir gün önce bir gün sonra… Kim önce… Tanışma önceliği yarışmasına girmeyeceğim. Ama kesin olan şu: Onlar onunla daha çok vakit geçirdi, o onlarla daha çok ilgilendi. Her emek, bir etkileşim yaratıyor. İz bırakıyor.

Onun derinden sarsılması da bundan. Alışmaya başladığı bir rutinin birden yok olması… Pek katlanılası durum değil. Ahmed Arif boş yere dememiş: “Yokluğun, cehennemin öbür adıdır…”

Ey sabırlı okuyucu! Kayıplardan çok onların yokluğunun onlarla etkileşimde bulunan birinin yaşadıkları duygu durumunu ve ona ilişkin izlenimlere ağırlık veren bu satırların yazarına kızmakta haklısın. Ama bir kaybın nelere yol açtığını bu “taşlaşan dünya” söz etmeden kaybın kendisi anlaşılmaz ki.

Ben ilk olarak koridorda mı yoksa onun odasında mı gördüm onları. Bizim onlara koyduğumuz adlarıyla Tekir ile Sarı’yı. O sabah 08.20 civarında odasına gelir ilk işi onları doyurmak olurdu. Tam 9 ay böyle sürdü bu. Sonra aralık ayının ilk pazartesi günü ortadan kayboldular. Bir el sanki çekip aldı onları bizden. Çalmadığımız kapı kalmadı desem abartı olmaz. İnsan böyle durumlarda kendi sınırlılıklarının geç de olsa farkına varıyor. Biz de öyle.

Tekir ve Sarı onun odasında mamalarını yedikten sonra Melih hocanın odasına geçerler orada da yerlerdi. Bazen öğle saatlerine doğu onun odasına uğradığımda Sarı’nın onun masasında klavyenin yanına uzanmış biçimde bulurdum. Tekir ise kırmızı sandalyede uyumayı severdi. Sarı sanki daha yaşlı ve yorgundu. Bedeninin yorgunluğundan mı kestirmeyi severdi. Tekir daha az uyurdu. O, hırçın ve kavgacıydı. İkisi birbirinin varlığına alışmışlardı. Pek kavga etmezlerdi. Ama aralarına üçüncü birini almazlardı. Şimdi onların yerini alan Siyah var. Onu sürekli hırpalarlardı. O ne zaman onları görse kaçardı. Sanki öğrenilmiş bir çaresizlik vardı. Onların yokluğunda onun odasında artı Siyah var. Önceleri ben dahil odaya giren diğer insanlardan da kaçardı. Şimdi oraya ait olduğunu biliyor.

Tekir ve Sarı bizim için fotoğraflarda kaldı bir de anılarda. Her ne kadar Baki gazelinde “Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş” dese de anılar kalıyor daha çok bellekte yokluğun ardından yaşayanlarda. Bir de varsa görsellerle geçmiş zaman anımsanıyor. Her ne kadar görseller an’ı dondursa da o zamana dönmek, yokluğu hissedilen(ler)i anımsamak, daha çok o an’ı yaşayanlarca mümkün oluyor. Çünkü görüntüye dönüşen o an’ın öncesi, sonrası var. Görsele aktarılamayan iç sesler, duygular, düşünceler, çatışmalar…

Bir başkası için o görseller de de anlam olabilir ama o an’ı yaşayanlar gibi etki bırakır mı? Bilemedim. Her görsel tanıklık içerse de yaşanan an’ın yoğunluğunu aktarmada yeterli olmayabilir. O görsele bakanlar o an’ın yoğunluğunu algılamayabilir. Hayat da böyle değil mi? Yaşanan an’ların tarafları aramızdan ayrılınca hatırlayanlar da olmayabilir. Belki yazıya dönüşen seslenişler kalır merak edenler için. O seslenişlerdeki duygu yoğunluğu…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir