Acem Gölü’nün Kedileri

Kemal ASLAN-

Acem Gölü, Diyarbakır’da Dicle’ nehrinin kıyısında. 1980 yılının Nisan ayında bir ay kadar eski Mardin yolu olarak bu güzergâhtan gidip gelmişliğim vardı. Çünkü o zamanlar TRT Vericisinin misafirhanesinde kalıyordum, bekârdım. Hafızamı zorluyorum böyle bir yer hatırlamıyorum. Böyle bir yer yoktu sanırım o zamanlarda. Dicle nehri kenarında bir keresinde şimdi aramızda olmayan Musa ağabey ile birlikte buralarda getirdiğimiz nevalemizle içtiğimizi hatırlıyorum. Belki de ben ve arkadaşlarım duymamıştık.

Acem Gölü restoran ve kafenin bir arada olduğu, alkolsüz bir mekân. Yeşillikler içinde. Hem Dicle’nin yaz ayları dışındaki hırçınlığı da yok burada. Bakmayın siz bu mevsim böyle olduğuna delice akar Dicle diğer mevsimlerde kıvrıla kıvrılan kadim şehrin kenarından. Coğrafyanın tarihe saygısıdır sanki bu. Bu mevsim, nehir, sakin, durgun sanki su hareket etmiyor gibi. Bundan dolayı buraya Acem Gölü demişler.

Dicle’nin rengi çamurlu. Toprak erozyonu olduğunun işareti bu. Bir de şehrin kanalizasyonu herhangi bir arıtma olmadan nehre veriliyor ondan. Ben buraya 2023 yılından bu yana Diyarbakır’a her gittiğimde mutlaka uğruyorum.

Burayı uzman dermatolog 45 yıllık dostum Halil Kağar sayesinde tanıdım. O, en güzel şiirlerini ve bestelerini burada yazmış, yapmış. İnsan burada kendisini şehrin gürültüsünden, koşuşturmasından uzak inzivaya çekilmiş gibi hissediyor. Arada buradaki sessizliği hoparlörden gelen şarkılar, türküler bozsa da o sesler de insanı rahatsız etmiyor. Nuri Sesigüzel’in sesi yankılanıyor: “Karakaş gözlerin elmas/ bu güzellik sana bana kalmaz…”, sonra eşimle ortak sevdiğimiz ve her dinlediğimizde eşlik ettiğimiz türkümüzü duyuyoruz: “Bahçada yeşil çınar/boyun boyuma uyar/ ben seni gizli sevdim/bilmedim âlem duyar.” Bir süre suskunluk oluyor masada. Gençlik yıllarımıza uzanıyoruz, sevdalı, yanık zamanlarımıza…

Şehir sanki yanıyor, sıcaklık 40 derecenin üstünde. Cehennem sıcaklığı var. 1980’li yıllara göre fark eden bir şey daha var burada: O da çevrede barajların sayısının artması nedeniyle sıcaklığa nemin de eklenmesi… Hâlbuki Acem Gölü’nün kenarı serin. Sıcaklık on derece daha düşük şehre göre burada. Üstelik ağaçların gölgesi de insanın içini ferahlatıyor, daha serin bir ortam yaratıyor.

Acem Gölü’ndeki mekân hem yazlık hem kışlık. Kışın da altı-sekiz kişi kapalı mekânlarda kimse rahatsız etmeden oturabilir, sohbet edebilir. Ben böyle yerlerde mey olmamasını bir eksiklik olarak görürüm: ama olsun. “Her güzelin bir kusuru vardır” sözü de boşuna söylenmemiş. Anın değerini bilmek lazım. Zaman zaman sanatçılar burada konser de veriyor. Canlı müzik dinlemeyi sevdiğimden böyle bir güne denk gelmediğimize hayıflanıyorum. Sonra kendimi teselli ediyorum: “Olsun, başka bir zaman gelirim, o zaman dinlerim. Emekli olduğumda nasıl olsa burası da kalacağım, yaşayacağım yerlerden biri olacak.” İç sesim andan kopmamı, üzülmemi engelliyor.

Sadece türküler değil 1990’ların popüler şarkıları da ortama eşlik ediyor. Sezen Aksu, insanı derinden sarsan buğulu sesiyle söylüyor: “Kalınca sebepsiz bir başıma/ hatıralar beynimde dans ediyor…” Hoparlörden yayılan müziğin sesi insanı rahatsız etmiyor, tersine yaşanılan dinginlik durumunu besliyor. Herkes kendi içinde bir yolculuğa çıkıyor. Herkesin çalan şarkılarla bir anısı var. O şarkılar ve türküler insanın yaşadığı duygu durumuna denk geliyor.

Can dostlarda ilgili yazılar yazdığımdan beri mekânda kedi olup olmadığına dikkat ediyorum. Bir de sitemizin sahibi ve genel yayın yönetmeni Diyarbakırlı dostum Ramazan Pamuk’a da söz verdim gittiğim yerlerdeki kedilerle ilgili de mutlaka yazacağım. Sonra onun sitemine da maruz kalmak istemem. Ondan biraz da görevini yapmamış biri uygusuyla etrafı gözlerimle kolaçan ettim. Mekânda kedi yok! Varsa da ortalıkta görünmüyorlar. Halil’e sordum hemen. O da “benim de dikkatimi çekmedi var mı yok mu bilmiyorum?”, dedi. Tuvalete giderken üste bir küçük bir kulübenin altına iki küçük kedi gördüm. Meğer bunlar gibi iki tane daha varmış. Yani dört kardeşlermiş. Anneleri dört ay önce doğurmuş. Ürkekler. Uzaktan önce fotoğraflarını çekiyorum. Fark ettiklerinde hemen kulübenin altına saklanıyorlar. Belli ki burayı yuva bellemişler. İnsanlara pek alışık değiller. İşletme sahibi Fethi Bey, buranın sayılı müdavimlerinden olan dostum Halil’i tanıdığından yanımıza geliyor. O da hemen bizi tanıştırıyor ve kedilerle ilgili bilgi almak istediğimi söylüyor. Fethi bey, bize izahat verirken on metre geriden alacalı bir kedinin duvar dibindeki masaların arasından sessizce geçmeye çalıştığını fark ediyorum. Yeterince kilolu değil. Bizim Santo’daki sarılı-beyaz kediyi anımsatıyor. O da ikinci kez doğum yaptığından oldukça cılız duruyor.

Hemen fotoğraflarını çekiyorum anne kedinin. Ürkeklik hali onda da var. İnsanlardan uzak duruyor. “Acaba öğrenilmiş bir çaresizlik mi var?” Fethi bey, onların ihtiyaçlarını karşıladıklarını söylüyor. Biraz daha yaklaşıp yakından çekmek istiyorum ama o hemen uzaklaşıyor. Fethi bey de onların ürkek, çekingen oldukları konusunda benimle hem fikir. Ama nedenini o da açıklayamıyor. Kolay değil on dönümlük bir alana yayılan işletmeyi yönetmek. A’dan Z’ye her şeyiyle o ilgileniyor.

Kedilerin hiç biri sırnaşık değil, kendi belirledikleri yerdeler. Müşterileri rahatsız etmiyorlar. Burası ne kadar serin de olsa sıcaklık onları da etkilemiş olabilir. Ondan daha serin yerleri tercih etmiş olabilirler. Biz akşamın aydınlığında ayrılıyoruz Acem Gölü’nden. Gözlerim kedileri arıyor. Anne ve iki kedi dışındaki diğer iki kediyi görememenin eksikliğini yaşıyorum. Ama bir yandan da kedili bir mekânda olmanın onları hissetmenin sevincini yaşıyorum. Sanki eski bir dosta, sevgiliye rastlamış gibi… Kısacık bir an, tanıdığım buradan oldukça uzaktaki bir mekanda olan başka can dostlar geliyor aklıma. Sonra Selda Bağcan’ın söylediği o türkü zihnimde yankılanıyor: “Fikrimden geceler yatabilmirem/bu fikri başımdan atabilmirem …”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir